Ehl-i Beyt

Ana Sayfa Makaleler 8 Ocak 2021 796 Görüntüleme

Hilafet Meselesi

Selamun aleykum; değerli muminler 1400 yıldır maalesef müslümanlar arasında her daim uzlaşılamaz meselelerden birisi belki de İslam’ın kilit noktalarından birisi HİLAFET MESELESİ’dir. İslam dünyasında Peygamber kızı Hz. Fatime selamullahi aleyhanın evi önünde yaşanan önemli bir hadisenin en önemli sebebi HLİAFET MESELESİ’nin kasıtlı olarak yanlış anlaşılması ve aktarılmasıdır. Bu makalemizde bu konuyu özetle sunmaya çalıştık.

Alevi, Caferi ve diğer adı ile Şia, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve alih’ten sonra imamet makamının bazı açılardan nübüvvet makamına benzediğine inanmaktadır. Nasıl ki peygamberi Allah tanıtıyorsa, aynı şekilde peygamberin vasisi de aziz ve yüce Allah tarafından tayin edilmelidir.

Allah Resulü’nün sallallahu aleyhi ve alih hayat tarihi de, bu ilkeye tanıklık etmektedir. Zira Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve alih çeşitli yerlerde Ali’yi (aleyhisselam) kendi halifesi olarak tayin etmiştir. Bunu kısa kısa aktaracak olursak;

1- Peygamberliğin ilk günlerinde

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve alih, Allah tarafından, “En yakın akrabalarını uyar.” [1] ayeti gereğince akrabalarını tevhid dinine davet etmekle görevlendirilince, akrabalarını topladı ve onlara hitaben şöyle buyurdu:

“Her kim bana bu yolda yardımcı olursa, o benim vasim, vezirim, yardımcım ve halifem olacaktır.”

Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve alih) ifadesi şöyledir:

“Sizden kim kardeşim, vezirim halifem ve içinizdeki vasim olmak üzere bana bu işte yardımcı olur?”

Bu melekutî çağrıya olumlu cevap veren tek kişi, Ebu Talib oğlu Ali (aleyhisselam) oldu. Bunun üzerine Allah Resulü akrabalarına dönerek şöyle buyurdu:

“Şüphesiz bu benim kardeşim, vasim ve içinizdeki halifemdir, onu dinleyin ve ona itaat edin.”[2]


[1]- Şuarâ, 214

[2]- Tarih-i Taberî, c.2, s.62-63; Tarih-i Kâmil, c.2, s.40-41; Müs-ned-i Ahmed, c.1, s.111; İbn-i Ebi’l-Hadid, Şerh-u Nehc’il- Belâğa, c. 13, s.212-215

2- Tebûk Savaş’ında

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve alih) Ali’ye (aleyhisselam) şöyle buyurdu:

“Harun Musa’ya göre ne idiyse, sen de bana göre o olmak istemez misin? Yalnız benden sonra peygamber yoktur.”[1]

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve alih) bu sözüyle şunu söylemek istiyordu: Nasıl ki Harun, Musa’nın halifesi ve vasisi idiyse, sen de benim halifem ve vasimsin.


[1]- Siret-ü İbn-i Hişam, c.2, s.520; İbn-i Hacer, es-Savaik’ul-Muh-rika, 9. bab, 2. fasıl, s.121, Mısır, ikinci baskı.

3- Hicret’in Onuncu Yılında Gadiri Hum’da

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve alih) Veda Haccı’ndan dönerken Gadiri Hum denen yerde Ali’yi (aleyhisselam) kalabalık bir topluluk içinde Müslümanların ve müminlerin velisi olarak tanıttı ve şöyle buyurdu:

“Ben kimin mevlâsı isem, bu Ali de onun mevlâsıdır.”

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve alih) sözünün başlangıcında, “Ben size kendi nefsinizden daha evlâ değil miyim?” diye buyurması ve Müslümanların da hep birlikte onu tasdik etmiş olmalarıdır. Buna göre şöyle demek gerekir ki Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve alih’in, bu hadiste “mevlâ” kelimesinden maksadı, müminlere evlâ olma, onlar üzerinde yetki sahibi olma, onların işlerini idare etme makamıdır. Yine şu netice alınabilir ki Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve alih), kendi sahip olduğu evlâlık makamını Ali (aleyhisselam) için de sabit kılmıştır. Nitekim o gün Hasan b. Sabit tarihî Gadir olayını şiire dökmüş ve şöyle haykırmıştı:

Gadiri Hum gününde seslendi nebileri

Kulak verip dinledi cümlesi o serveri

Mevlânız kimdir” dedi, “ve de size peygamber?”

Sessiz kalan olmadı, haykırdılar beraber:

“İlâh’ın Mevlâmızdır, sen de bizim nebimiz

Velâyet karşıtına rastlamazsın şüphesiz.”

İşte o an seslendi: “Kalk ayağa ya Ali!

Benden sonra imamsın, sensin hidâyet yolu

Ben kime mevlâ isem, velisi Ali onun

Ona sıdk ile uyun, onu gönülden sevin.”

Sonra “Allâh’ım!” dedi, “Sev Ali’yi seveni

Ona düşman olanın, düşmanı ol İlâhi!”[1]

Burada Hz. Peygamber şöyle dua etti:

“Allahım, Ali’nin dostuna dost ol! Ona düşman olana da düşman ol.”

Gadir hadisi, Şia âlimlerinin yanı sıra üç yüz altmış Ehlisünnet âliminin de naklettiği mütevatir hadislerden biridir. Bu hadis, çeşitli senetlerle yüz yirmi sahabîden nakledilir. Büyük İslâm âlimlerinden yirmi altı kişi de, bu hadisin senetleri ve kanalları hakkında müstakil kitap yazmıştır.

Müslümanların meşhur tarihçisi Ebu Cafer Taberî, bu hadisin senetlerini ve kanallarını iki büyük ciltte bir araya toplamıştır. Daha fazla bilgi için el-Gadir kitabına müracaat edebilirsiniz.


1- Harezmî el-Malikî, el-Menakıb, s.80; Sibt b. el-Cevzî el-Ha-nefî, s.20; Gencî eş-Şafiî, Kifayet’ut-Talib, s.17 ve diğer kaynaklar.

HALİFELER (İMAMLAR) KİMLERDİR?

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve alih), kendi hayatı döneminde açık bir şekilde kendisinden sonra on iki kişinin hilâfet makamına ulaşacağını, bunların hepsinin Kureyş’ten olduğunu ve İslâm’ın onların hilâfeti sayesinde izzet içinde hüküm süreceğini bildirmişlerdir.

Cabir b. Semure şöyle diyor:

“Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve alih) şöyle buyurduğunu duydum: ‘İslâm, on iki halife sayesinde izzetini sürdürecektir.’ Daha sonra bir şey söyledi ki ben işitmedim. Babama, Peygamber’in ne buyurduğunu sordum. O bana, Peygamber’in; ‘Hepsi de Kureyş’tendir.’ buyurduğunu söyledi.”[1]

İslâm tarihinde Şia’nın inanmış olduğu On İki İmam dışında İslâm’ın izzetinin koruyucusu olan başka on iki halife bulmak imkânsızdır. Zira Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve alih) tanıttığı on iki halife, kendisinden hemen sonra peş peşe gelecek olan halifeler olarak tanıtılmıştır.

Şimdi bu on iki kişinin kimler olduğuna bakalım: Eğer Ehlisünnet terminolojisinde “Hulefa-i Raşidîn” olarak adlandırılan dört halifeyi geçecek olursak, İslâm’ın izzetine sebep olan halifeler göze çarpmamaktadır. Emevî ve Abbasî halifelerinin hayat tarihi, buna açıkça tanıklık etmektedir. Ama kendi asırlarında takva ve sakınmanın en açık örnekleri olan Şia’nın On İki İmamı, Allah Resulü’nün sünnetinin koruyucuları olup sahabe, tâbiîn ve sonraki nesillerin teveccühünü kazanmış, tarihçiler onların ilim ve güvenilirliğine tanıklık etmişlerdir. On İki İmam şunlardır:

1- Ali b. Ebî Talib (aleyhisselam)

2- Hasan b. Ali (Mücteba) (aleyhisselam)

3- Hüseyin b. Ali (aleyhisselam)

4- Ali b. Hüseyin (Zeyn’ül-Abidîn) (aleyhisselam)

5- Muhammed b. Ali (Bâqır) (aleyhisselam)

6- Cafer b. Muhammed (Sadık) (aleyhisselam)

7- Musa b. Cafer (Kâzım) (aleyhisselam)

8- Ali b. Musa (Rıza) (aleyhisselam)

9- Muhammed b. Ali (Taki) (aleyhisselam)

10- Ali b. Muhammed (Naki) (aleyhisselam)

11- Hasan b. Ali (Askerî) (aleyhisselam)

12- İmam Mehdi (Kaim) -Allah zuhurunu acil eylesin-. Ki İslâm hadisçilerince Hz. Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve alih) mütevatir olarak nakledilen hadislerde ondan, “Vaat edilmiş Mehdi” olarak bahsedilmiştir.

İsimleri Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve alih) diliyle de ifade edilen bu büyük önderlerin hayatları hakkında bilgi edinmek için aşağıdaki kitaplara müracaat edebilirsiniz:

1- Tezkiret-u Havass’il-Ümmet

2- Kifayet’ul-Eser

3- Vefeyat’ul-A’yan

4- Ayan’uş-Şia (Bu kitap, Seyyid Muhsin Emin Amu-lî tarafından kaleme alınmış olup, yukarıdaki kitaplardan daha kapsamlıdır.)


1- Sahih-i Müslim, c.6, s.2, Mısır basımı.

Sekaleyn Hadisinin Anlamı

Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve alih), Ehlibeyt’i Kur’ân’ın yanında zikretmesinden ve her ikisini de Allah’ın ümmet arasındaki hücceti olarak nitelendirmesinden iki sonuç çıkarabiliriz.

1- Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve alih) Ehlibeyt’inin sözleri, tıpkı Kur’ân gibi delildir ve gerek itikadî, gerekse fıkhî tüm dinî konularda onların sözüne tutunmak, onlar tarafından bir delil olduğu takdirde başkalarına başvurmamak gerekir.

Müslümanlar, her ne kadar Hz. Peygamber’in(sallallahu aleyhi ve alih)  şehadetinden sonra hilâfet ve ümmetin siyasî işlerinin idaresi konusunda iki gruba bölünmüş ve her grup kendisi için bir mantık geliştirmiş, bir delil ileri sürmüşse de, en azından Ehlibeyt’in ilmî liderliği konusunda ihtilâf etmemeleri gerekir. Çünkü Sekaleyn hadisinin sıhhati hususunda Müslümanlar arasında görüş birliği vardır ve bu hadis inançlar ve hükümler konusunda başvurulacak ilmî merciin Kur’ân ve Ehlibeyt olduğunu bildirmektedir. Eğer İslâm ümmeti sırf bu alanda bu hadisle amel edecek olursa, hiç şüphesiz ihtilâf sahası çok daha küçülecek ve İslâmî vahdet çok daha kapsamlı hâle gelecektir.

2- Kur’ân, Allah’ın kelâmı olması hasebiyle hata ve yanlışlıktan korunmuştur. Yüce Allah onun hakkında; “Önünden de, arkasından da batıl ona gelmez. O hikmet sahibi, övülmeye lâyık olan Allah katından indirilmedir.” [1] buyurduğu hâlde, onda hata olabileceğine ihtimal verilebilir mi?!

Kur’ân hatadan korunmuş olduğuna göre, o hâlde onun dengi olarak zikredilen Ehlibeyt de hatadan korunmuş olmalıdır. Zira hatalı şahıs veya şahısların, Kurân’ın dengi olması mümkün değildir.

Böylece bu hadis, aynı zamanda Ehlibeyt’in her türlü sürçmeden ve hatadan masum olduğunun da şahididir. Elbette masum olmanın, peygamber olmayı gerektirmediğine de dikkat edilmelidir. Bir insan pekâlâ günahlardan masun olduğu hâlde peygamber olmayabilir.

Nitekim Hz. Meryem (aleyhisselam), “Ey Meryem! Allah seni seçti, temizledi ve dünya kadınlarından üstün kıldı.” [2] ayeti hükmünce her türlü günahtan masumdur, ama peygamber değildir.


[1]- Fussilet, 42

[2]- Âl-i İmrân, 42

Yorumlar

Yorumlar (Yorum Yapılmamış)

Yazı hakkında görüşlerinizi belirtmek istermisiniz?

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

İlginizi çekebilir

Kisa hadisi hakkında

Kisa hadisi hakkında

Tema Tasarım | Ozakajans.com